Uhud Savaşı

Uhud Savaşı

Güneş yükselmiş ve Kureyşhler saflarını düzene sok­muşlardı. Her iki tarafta yüzer atlı vardı. Sağ taraftakine Velid´in oğlu Halid, sol taraftakine Ebu Cehil´in oğlu îk-rime kumanda ediyordu. Ortadan Ebu Süfyan ilerleme em­rini verdi. Onun önünde Abdu´d-Dar´dan Talha, Kureyş san­cağını taşıyordu. Talha´nm iki kardeşi ve dört oğlu, ge­rektiğinde sancağı almak için onun yakınında yer alıyor­lardı. Talha ve kardeşleri kabileleri için o gün zafer ka­zanmaya kararlıydılar. Bedir´de onlardan iki kişi şerefsiz­ce kendilerinin esir alınmasına izin vermişlerdi. Ebu Süf­yan, Uhud´a giderken bunu Talha ve kardeşlerine hatır­latmayı ihmal etmemişti. Mus´ab, Peygamber´in Önünde, sancağı taşıdığı yerden kendi kabilesinin adamlarının da Kureyş sancağını taşıdıklarını gördü.

İki düşman ordusu seslerini duyacak kadar birbirle­rine yaklaştıklarında, Ebu Süfyan ordunun hafifçe önü­ne çıktı. «Ey Evsliler ve Hazreçliler, alanı boşaltın ve ku­zenimi bana bırakın. O zaman biz de size dokunmayız. Çünkü biz size savaş ilân etmedik» dedi. Fakat ensar, ona yüksek sesle hakaret ederek cevap verdi. Daha sonra Mek­ke saflarından bir adam öne atıldı. Hanzala, öne çıkanın babası olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam: «Ey Evsliler, ben Ebu Amir´im» dedi. Ebu Amir bir zamanlar çok güç­lü olan nüfuzunun bir anda yok olduğuna inanamıyordu. Bu nedenle Kureyşlilere, kabilesine kendisini tanıtır tanımaz, bütün adamlarının kendi safına geçecekleri konu­sunda söz vermişti. Ensar ise, onu taşlayarak karşıladı.

Mekke ordusu tekrar ilerleme düzenine girdi. Hind ta­rafından yönetilen kadınlar da deflere, zillere vurarak ve şarkı söyleyerek ilerliyorlardı:

Ey Abdu´d-Dar sülalesi, ileri!

Ey gerideki safların bekçileri, ileri!

Her kılıç darbesiyle Ölüm saç!.

Kadınlar, düşmana yeteri kadar yaklaştıklarını anla­yınca, davullarını döverek savaş zamanının geldiğini ilan ediyorlardı. Erkekler, kadınların, önüne geçti. Dana sonra Hind, önceki bir savaşta başka bir Hind tarafından oku­nan şarkıyı söylemeye başladı:

İlerleyin, o zaman sizinle övünürüz,

Ve yumuşak halılar sereriz. Fakat eğer geri dönüp kaçarsanız, sizi terkederiz.

Sizi terkederiz ve sevmeyiz.

iki ordu yeteri kadar birbirine yaklaşınca, Peygam­ber (s.a.v.)´in okçuları, Halid´in süvarilerini ok yağmuru­na tutmaya başladı. Kişneyen atların sesleri kadınların da­vul seslerini bastırdı. Mekke ordusunun orta kısmından Talha, ileri doğru çıktı ve teke tek çatışma önerdi. Ona karşı Ali (r.) çıktı. Biraz çatıştıktan sonra Ali onu yere düşürdü ve miğferinin üstünden kafatasını parçalayan bir darbe ile öldürdü. Peygamber (s.a.vj bir anda, «öldürü­lecek bölük başkanının» -rüyasında kendisine gösterilen koçun- Talha olduğunu anladı ve yüksek sesle Allahu Ek-ber dedi- Bu ses tüm orduda yankılandı. Fakat rüyada gör­düğü koç sadece bir tek kurbanı sembolize etmiyordu. Çünkü Talha´nm kardeşi sancağı almış ve Haraza tarafın­dan öldürülmüştü. Daha sonra Zühre´li Sa´d, Talha´nm di­ğer kardeşini, boynuna ok saplayarak öldürdü. Talha´nm dört oğlu da birbiri arkasına Ali (r.), Zübeyr (r.) ve Evs´li Asim îbn Sabit (r.) tarafından öldürüldüler. İkisini, ölmek üzere iken ordunun gerisine, anneleri Sulâfe´nm yanma taşıdılar. Ona, oğullarına bu öldürücü darbeleri kimin vurdugurm söylediklerinde, bir gün Asim´in kafatasmdan şa­rap içmeye and içti.

Hiç bir Müslüman kadının oriu İİe birlikte gel­mesine izin verilmemişti. Fakat Kttcç´ü bir kadın. olan. Nuseybe (r.), asıl yerinin ordunun yanı olduğunu hissetti. Kocası Gaziyye ve iki oğlu ordudaydı, fakat git­mek istemesinin sebebi bu değildi. Diğer kadınların da orduda çocukları ve kocaları vardı ve onlar evde kalmaya razı olmuşlardı. Nuseybe, İkinci Akabede Peygamber (s.a.v.)´e biat etmek için Medine´den gelen yetmiş kadar adamın yanındaki iki kadından biriydi. Geride kal­mak onun mizacına aykırıydı. Bu nedenle sabah erken­den kalkmış, kırbasını su ile doldurup hiç olmazsa susuz­lara su vermek ve yaralıları tedavi etmek amacıyla yola koyulmuştu. Bununla birlikte yanma bir kılıç, bir yay, bir torba da ok almayı ihmal etmemişti. Ordunun geçtiği yol­ları izleyerek, savaş başladıktan kısa bir süre sonra, Uhud´-un eteklerine ulaşmakta zorluk çekmedi. Vardığında Pey­gamber (s.a.v.1, Ebu Bekir (r.) ve Ömer (r.) gibi yakın arkadaşlarından bir grupla birlikte biraz yüksek bir ara­zide konumlarını almışlardı. Enes´in annesi Üramü Süleyman de aynı şekilde düşünerek, su kabını doldurmuş ve Nuseybe´den kısa bir süre sonra oraya ulaşmıştı. Safların gerisindeki bu gruba iki yeni kişi daha katıldı. Vahanın batısındaki Sedevi kabilelerinden Muzeyne´H iki adam kı­sa bir süre önce müsluman olmuş ve Mekke´lilerin saldı­rısından habersiz bir şekilde Medine´ye gitmişlerdi. Şehri yan boş görünce, sebebini öğrenmişler ve hemen Uhud´a doğru yola çıkmışlardı. Uhud´a vardıklarında Peygamber (s.av.)´i selamladılar ve kılıçlarını çekerek safların ara­sında ilerlediler.

Ebu Dücane (r.) kırmızı sarığıyla verdiği sözde dur­muştu. Zübeyr daha sonraları şöyle itiraf ediyordu «Al­lah´ın Rasulü kılıcı bana değil de Ebu Dücane´ye verince içimden kırılmış ve kendi kendime şöyle demiştim : Ben onun babasının kızkardeşi Safiye´nin oğluyum ve Kureyş-liyim. Ona gidip diğer adamdan Önce kılıcı istedim, fakat

o kılıcı bana değil de ona verdi. Allah´a andolsun Ebu Dücane´nin ne yaptığını izleyeceğim! Ve onu izledim.» Zübeyr daha sonra Ebu Dücane´nin her önüne geleni, ken­disi bir biçici, kılıcı da bir tırpanmış gibi nasıl kolayca öldürdüğünü ve Peygamber (s.a.v.) ´e verdiği sözü nasıl ye­rine getirdiğini anlattı. Sonunda kendisinin de: «Allah ve Basulü daha iyi bilir» demek zorunda kaldığını söyledi.

Görünüşü çok etkileyici ve iri olan Hind, hâlâ erkek­lerin* arasında onları savaşmaya teşvik ediyordu. Bir ara onu erkek sanan Ebu Dücane (r.)´nin kılıcından zor kur­tuldu. Ebu Dücane´nin kılıcı tam kafasının üstünde iken, Hind haykırdı. Onu bir kadın olduğunu anlayan Ebu Dücane de yanındaki erkeğe döndü ve ona vurdu. Bunun üzerine Hind de, ordunun gerisinde köleler tarafından ko­runan kamptaki diğer kadınların yanına döndü. Hind ora­ya vardığında, Habeş´li Vahşi savaş alanına doğru ilerli­yordu. Alandaki diğer adamların aksine Vahşi, sadece bir adamla ilgileniyor ve onu izliyordu. Hanıza CrJ, olağanüs­tü güçlü görünüşü, becerikli savaşma tarzı ve üstündeki deve kuşu tüyüyle kendini uzaktan belli ediyordu. Vahşi. uzaktan onu farketti ve mızrak atabileceği uzaklıkta, gü­venli bir yere doğru ilerledi. Hamza (r.), Abd´ud-Dar´m son sancaktarlarından biriyle yüzyüzeydi. Bir kılıç darbe­siyle düşmanının zırhında delik açmıştı. Vahşi bu şansı kaçırmamak için acele etti ve mızrağını atacak şekilde ha­zırladı. Hamza (r.) düşmanını öldürmüş ve birkaç adım atmıştı ki can çekişerek yere yuvarlandı. Vahşi, onu, ha­reketsiz kalana kadar, bekledikten sonra mızrağım çekti ve bütün hızıyla kampa gitti. Kendi kendine şöyle diyor­du : «Yapmak istediğim şeyi yaptım. Onu sadece özgürlü­ğüm için öldürdüm».

Hamza (r.)´nın şehid olması, Mekke ordusunun ver­diği kayıplarda bir değişikliğe neden olmadı. Öldürülen yedi sancaktarın kölelerinden biri olan başka bir Habeş´lı sancağı kendisi aldı, fakat bir müddet sonra hemen öldü­rüldü. Hamza Cr.) ´nın devekuşu tüyü görünmemesine rağ­men Ebu Dücane Cr.), Zübeyr (rj ve Ensar´la muhacirlerden diğerleri, o günün parolası olan (Emit, Emit) (Öldür, öldür) sözlerinin canlı şekilleri gibi düşmana ölüm saçı­yorlardı. Onlara karşı kimse duramıyordu : Ali´nin beyaz sorgucu, Ebu Dücane´nin kırmızı sangı, Zübeyr´in parlak sarı sarığı ve Hubab´ın yeşil sarığı, gerilerdeki saflara güç veren zafer bayrakları gibiydi. Ebu Süfyan, ortada cesur­ca dövüşen Hanzala´nın darbesinden zor kurtuldu. Hanzala tam ona vuracakken, Leys´li bir adam Hanzala´yı mız-rağıyla yere düşürdü, ikinci bir mızrak darbesiyle de öl­dürdü.

Mekke´liler kamplarına doğru kaçıştıkça savaş alanı Peygamber (s.a.v.) ´in bulunduğu yerden uzaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) kendi adamlarının kazandığını anlama­sına rağmen, savaşın ayrıntılarını göremiyordu. Fakat bir an gözlerini, sanki kuşları seyrediyormuş gibi göklere çe­virdi. Bir müddet seyrettikten sonra yanındakilere : «Arka­daşınızı» -Hanzala (r.)´yı kastediyordu- «Melekler yıkıyor» dedi.[1] Daha sonraları, bir açıklama istercesine bu olayı Cemile´ye anlattı: «Gökle yer arasında, bulutlardan aldıkları suyu, gümüş kaplardan dökerek, meleklerin Hanzala´yı yı­kadıklarını gördüm»[2] Bunun üzerine Cemile, Peygamber (s.a.v.)´e gördüğü rüyayı ve kocasının nasıl savaşa geç kal­ma korkusuyla, her zaman aldığı gusül abdestini almadan yola koyulduğunu anlattı.

Müslümanlar, düşman sallarının tümünün kırıldığı noktaya kadar ilerlediler. Düşman kampına giden yol açıl­mıştı. Ganimet almak isteyenler de kampa doğru ilerliyor­lardı. Seçilen elli okçu, Peygamber (s.a.v.)´in solunda bi­raz uzaktaydılar. Peygamberle okçular arasında, zemin ön­ce alçalıyor sonra da onları yerleştirdiği bölgede yükseli­yordu. Okçular, ilk saflardaki arkadaşlarının ganimet ka­zanmak için giriştikleri çabayı görebiliyorlardı. Bundan dolayı okçular da, savaş alanına gitmek istediler. Liderleri Peygamber´in ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları gerektiğine dair emrini hatırlattı. Fakat önlerinlemediler. Savaş bitti ve kâfirler kaçtı dediler. Yaklaşık kırk ta­nesi, Abdullah ve diğer on kişiyi orada bırakarak savaş alanına gittiler.

O zamana delt Mekke ordusunun süvarileri hiçbir işe yaramamışlardı, iki ordu ortada öyle kaynaşmışlardı ki, bir atın ilerlemesi hem kendi adamlarını, hem de düşman askerlerini tehlikeye sokabilirdi. Yukarıdaki müslüman ok­çuların Önüne kendilerini atmaksızin da onların arkaeı-na geçmeleri mümkün değildi. Fakat Halid o anda karşı tarafta neler olduğunu farketti ve hemen bütün adamla­rını, okçuların bulunduğu yere doğru yöneltti. Abdullah ve adamları onları ilk önce oklarıyla durdurmaya çalıştı­lar. Daha sonra kılıç ve mızraklarıyla, ölünceye dek sa­vaştılar. Bu on müslüman okçudan hiçbiri hayatta kalma­dı. Tepenin arkasından dolaşan Halid, adamlarını Müslü­manların en yoğun olduğu bölgeye arkadan saldırttı. İklime de onun gibi yaptı. Mekke ordusunun süvarileri, korunma­sız mü´min saflarına çok kayıplar verdirdiler. Ali ve arka­daşları artık yüzlerini yeni düşmana çevirmişlerdi. Kaçan kâfirlerden bir kısmı da gelip mü´minlere arkadan saldı­rıyordu. Savaş naraları birden bire değişti ve Kureyşh-lerin «Ey Hubal, Ey Uzza» sesleri alanı doldurdu. Atlıların saldırısından kurtulan ve geride kalan müslüman] arın ço­ğu korkmuşlar ve sığınma umuduyla dağa doğru kaçmış­lardı. Peygamber (s.a.v.) onları geri çağırdı, fakat onlar Peygamber fs.a.v.)´in sesine karşı sağır, zihinleri de kaç­maktan başka her türlü düşünceye kapalıydı. Müslüman­ların çoğu savaş alanındaydı, fakat daha önceki cesaret­leri kırılmış ve sayıca düşmandan çok az kalmışlardı Adım ad:m Uhud´a, Peygamber Csa.vJ´in bulunduğu yere doğru geri çekilmek zorunda kaldılar.

Peygamber (s.a.v.) ve içinde iki kadının da bulundu­ğu grup, düşmanın üstüne arka arkaya ok yağdırıyordu. Savaş aleyhlerine dönmeye başladığında ilk düşünceleri Peygamber (s.a.v.) ´i korumak olan birçok müslüman da yanlarına gelip onlara katılmıştı. Onlara ilk katılanlar ara­sında Muzeyne´li iki adam, Vehb ve Haris de vardı Küçük bir düşman grubu sollarından kendilerine doğru yaklaşı­yordu. «Bu gruba karşı kim çıkacak?» dedi Peygamber. Vehb tr.) hemen: «Ben, ey Allah´ın Rasulü» dedi ve onları öyle hızla ok yağmuruna tuttu ki, düşmanlar oku atan gru­bun büyük olduğunu düşünerek geri çekildiler. Bir başka grup atlı onlara yaklaşırken Peygamber (s.a.v.): «Bu bölüğe karşı kim gidecek?» dedi. Vehb yine: «Ben, ey Allah´ın Rasulü» dedi ve onlarla sanki kendisi bir adam değil de bir ordu imiş gibi savaştı. Düşman grubu yine geri çekildi. Düşman saflarının arasından bir grup yine onlara doğru yöneldi. Peygamber (s.a.v.) : «Peki bunlara karşı kim çıka­cak?» dedi. Vehb Cr.) : «Ben çıkacağım» deyince, Peygam­ber (s.a.v.) : -O halde kalk» dedi ve neşeli ol, çünkü Cen­net senindir-. Vehb düşman grubunun içine daldığında Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları onun cesaret ve yiğitli­ğini gözlemekten kendilerini alamadılar ve bir süre si­lah atmayı durdurdular. Vehb. düşmanı yarıp karşı ta­rafa geçmişti. Geri dönüp tekrar düşman grubunun orta-siına daldığında Peygamber (s.a.v.) : «Allah´ım, ona mer­hamet et!» dedi. Vehb düşmanlarla her taraftan yaralanıp şehid oluncaya kadar savaştı. Daha sonra onu buldukla­rında üzerinde yirmi mızrak yarası vardı. Kılıç darbelerin­den başka, bir tek mızrak darbesi bile onu Öldürmeye yete­cek kadar derindi. Onun bu şekilde döğüştüğünü görenler, onu hiçbir zaman unutmadılar. Ömer sonraki yıllarda şöy­le derdi: «ölümler arasında en çok Muzayne´li arkadaşımın Ölümü gibi ölmek isterdim»[3]. Zühre´li Sa´d da on yıl sonra, hâlâ Peygamber´in Vehb´e verdiği Cennet müjdesini duyar gibi olduğunu söylerdi.

Müslümanlar geriye çekildikçe kalabalık da, tepe­ye doğru yaklaşıyordu. îki tarafın savaş naralarının yanısıra tek tek savaşçıların kişisel çağrılarını da duymak mümkündü. Ok atarken, kılıç darbesi vururken ve teke tek karşılaşmaya davet ederken iki taraftan da «Al işte, ben falan falanım» diye sesler yükseliyordu. Ebu Dücane kendisini, büyük babası olan Karaşa´nın oğlu diye ta­nıtıyordu. Bazen de bağıran kişinin kim olduğu söz­lerinden anlaşılmıyordu. Ensar´dan birinin şöyle bağırdı­ğı duyuluyordu: «Al işte, ben Ensardan bir gencim.» Pey­gamber (s.a.v.) de o gün birkaç kez : «Ben îbn El-Avatik´-İm»[4], yani «Ben Atike´lerin oğluyum» diye bağırdı. Atike´-Ier derken bu adı taşıyan ninelerini"[5] kastediyordu. .O sıra­da karşı saflardan kimliğini açıkça söyleyen bir adam çık­tı ve: «Bana karşı kim çıkacak. Ben Atik´in oğluyum» de­di. Bu adam, Aişe´nin tek öz erkek kardeşi ve ailenin tek müslüman olmayan ferdi olan Ebu Bekir´in oğlu Abdu´l-Kâ´be idi. Ebu Bekir (r.), kılıcını ve mızrağını çekip iler­ledi, fakat Peygamber (s.a.v.), ondan önce davrandı. «Kı­lıcını kınına sok» dedi, «ve yerine dön, bize arkadaşlık et»[6]

Bir grup atlı daha Müslümanların arkasından yaklaş­maya başladı ve geri çekilen Abdu´l-Kâ´be´nin önüne doğ­ru ilerlediler. Peygamber fs.a.v.) : «Bizim için kim kendini verecek?»[7] dedi. Ensardan beş kişi kılıçlarını çekip düş­mana saldırdılar ve şebid oluncaya kadar çarpıştılar, tç-lerinden sadece biri, o da ağır yaralı olarak, kurtuldu. Fakat onların yerini alacak yeni yardım gelmişti Ali fr.J, Zübeyr fr.), Talha (r.) ve Ebu Dücane (r.), ön saflardan ordu ile birlikte geri çekilmişlerdi. Onlar Peygamber (s.a.v.)´in yanma ulaşmadan önce, düşman tarafından atı­lan bir taşla Peygamber (s.a.v.)´in alt dudağı yırtılmış ve dişlerinden biri kırılmıştı. Birden bire yüzünü kan kapla­dı, fakat o elinden geldiğince acısını göstermeyerek Ali ve diğerlerini iyi olduğu konusunda teskin etti. Kan kaybım­dan zayıf düşüp bayılan Talha dışında hepsi düşmanın üs­tüne tekrar yöneldiler. Peygamber fs.a.v.), Ebu Bekir´e,«Kuzenine bak» dedi. Fakat Talha hemen kendine geldi. Onun yerine ileriki saflara Sa´d´lı Zühre ve Hazreç´li Ha­ris îbn Simme katılmıştı. Bu yeni grupla desteklenen Ali ve arkadaşları düşmana öyle ölüm saçtılar ki, müşriklerin geri çekilmesiyle birlikte şehid olan beş Ensar´m cesedi de açığa çıktı. Peygamber (s.a.v.) onlara baktı ve dua etti. Fa­kat yatanların arasından biri ona doğru ilerlemek için ze­minde biraz süründü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onu getirmek için iki adam gönderdi. Ayağını yastık gi­bi adamın başının altına koydu ve adam Ölünceye dek aya­ğını hareketsizce orada tuttu.

Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bilin ki, Cennet kılıç­ların gölgeleri altındadır»[8]. Daha sonraki yıllarda da o gü­nün ne kadar muhteşem ve hayır dolu bir gün olduğunu hatırlar ve şöyle derdi: «Keşke o dağın eteklerinde arka­daşlarımla birlikte öylece kalsaydım»[9].

Müşrikler, yavaş yavaş kaybettiği alanları tekrar kazan­maya başlamıştı. Peygamber (s.a.v.)´in çevresindeki grubun okları bitmek üzereydi. Kısa bir süre sonra herkes kı­lıç ve mızraklarını çıkarıp yakın dövüş yapmak zorunda kalacaktı. Hem de bir Müslümana dört,kâfir düşüyordu. O sırada aniden yan tarafta bir ath belirdi ve Peygamber (s.a.v.)´in bulunduğu gruba doğru ilerledi. «Muhammet! (s.a.v.) nerede?» diye bağırdı. «O yaşadıkça ben yaşaya­mam!» Bu adam. zaten müslümanlara büyük kayıplar ver­dirmiş olan, Mekke´nin dışındaki Kureyşlilerden îbn Ka-mia idi. Gruba hızla bir göz atarak hedefini hemen far-ketti. Atını nıahmuzlayıp, hiç bir miğferin dayanamayaca­ğı güçlü bir kılıç darbesi indirdi. Fakat Talha hemen Pey­gamber (s.a.v.)´in yanındaydı ve kılıcı görür görmez ken­dini Peygamber (s.a.v.) ´in önüne attı, hayatı boyunca kullanamayacağı bir elinin parmaklarını kaybederek baş­ka bir yara almaksızın darbeden kurtulmuştu. Darbe hemen Peygamber (s.a;v.)´in başının yanından geçmiş miğ­ferine çarpıp, iki demir parçasının Peygamberin yüzüne saplanmasına neden, olmuştu, omuzundan geçerken de iki kat zırhını parçalamıştı. Başının yan tarafına gelen bu dar­be ile Peygamber (s.a.v).´in yere düştüğünü gören kâfir atını mahmuzlayıp, geldiği hızla geri gitti. Fakat diğerle­ri yine de saldırıya karşı Peygamber (s.a.v.)´i çevrelediler. Mahzum´lu Şemmas[10] Peygamber (s.a.v.)´in önünde vuruluncaya kadar savaştı. Peygamber (s.a.v.) onun bu hare­ketini, yaşayan bir zırha benzettiğini söyledi. O vurulunca yerine başka bir adam geçti. Arkasından da kılıcını çekmiş bir halde Nusaybe bekliyordu.

Bir ses -belki de İbn Kamia- «Muhammed Öldürüldü!" diye bağırdı. Bu ses tüm düşmanı kapladı ve hepsi Hubal ve Uzza´yı övüp yücelten sözler söylediler. Uhud bu söz­lerle çınlıyordu, kaçıp dağa sığınan müslümanlar pişman olmuş ve üzülmüşlerdi. Cesaretini kaybeden daha birçok Müslüman da elinden geldiğince hızla dağa doğru kaçı­yordu. Fakat istisnalar da vardı. Bunlardan biri de. Pey­gamber (s.a.v.)´in hizmetçisi olan ve kendi adını taşıyan Enes´in dayısı Nadr´m oğlu Enes´ti. Peygamber (s.a.v.)´in Bedir´de bir okla Öldürülen oğlunun Firdevs cennetinde olduğunu haber verdiği kadın Enes´in kızkardeşi, yani Nadr´m oğlu Nadr´m kızı idi. Enes, yaşama arzusunu yi­tirmiş ve kendilerinde ne savaşa devam etme ne de kaç­ma isteği kalmamış iki arkadaşım gördü. «Niye burada oturuyorsunuz?» diye bağırdı. Onlar: «Allah´ın Rasulü öl­dürülmüş» dediler. «Peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve onun gibi Ölün» [11]dedi. Ve sava­şın en yoğun olduğu yere doğru ilerledi. Daha sonra Sa´d îbn Muaz, onun kendisini şöyle çağırdığını Peygamber (s.a.v.)´e söyledi; «Cennet! Uhud´un öbür tarafından Cen­net kokusu alıyorum.» «Ey Allah´ın Rasulü» dedi Sa´d «Ben onun savaştığı gibi savaşamazdım». Savaştan sonra Enes (r.)´i seksenden fazla yara almış bir halde buldular, yaralardan tanınmayacak hale gelmişti. Onu kızkardeşi ancak parmaklarından tanıyabildi.[12].

Müslümanların tekrar savaş meydanına dönmeye baş­ladığını gören Kureyş geri çekilmeye başlamıştı. Çünkü müşriklerin çoğu savaşın bittiğini düşünerek çabalarını azaltmışlardı. Henüz ölüler sayılmamıştı, fakat tahminen Bedir´dekilere tekabül edecek kadar Müsîümanı şehit et­mişlerdi. Yanısıra tüm bu karışıklıkların asıl nedeni olan adamı öldürmekle amaçlarına ulaşmışlar, yeni dini bastı­rıp, tekrar eski düzeni kurmuşlardı. «Yalal-Uzza, ya lal-Hubal!»

Kureyş´in tümünde görülen bu yavaşlama. Peygamber s.a.v´i cansiperane koruyan yirmi adamın bulunduğu grubun çevresindeki atlılarda da görülmeye başladı. Mekke´liler bu adamları esir alamayacaklarını ve ölene dek savaşacak olan bu adamların kendilerinden de birkaç ki­şiyi öldüreceğini anlamışlardı. Asıl amaçlarını gerçekleş­tirdiklerine göre seçilecek en iyi yol onları bırakıp zafer kutlamalarına başlamaktı.

Peygamber (s.a.v.), hemen hemen kendisine gelmişti Düşman çekilir çekilmez ayağa kalktı ve arkadaşlarına kendisini takip etmelerini söyleyerek, düşmanı gözleyebi­lecekleri ve sığınabilecekleri bir nehir yatağına doğru iler­ledi. Fakat Peygamber (s.a.v.), yüzüne saplanan metal par­çaları nedeniyle çok acı çekiyordu. Bu yüzden bir müddet durdular ve Ebu Ubeyde birbiri arkasına iki metal parça­sını dişleriyle Peygamber Cs.a.v.)´in yüzünden çıkardı, Fa­kat yara tekrar kanamaya başladı. Bunun üzerine Hazreç´li Malik ağzını yaranın üstüne koydu, kanı emdi ve yuttu. Malik, Medine´deyken: «Önümüzde iki iyi şeyden biri var» diyen ve hemen hemen ölüm durumunda olan Şemmas´tan sonra orada bulunanlar İçinde en. ağır yara­sı olan adamdı. Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Kim benim kanımın kendi kanına karıştığı bir adam görmek isterse

Malik îbn Sinan´a baksın». Ebu Ubeyds de bu söze dahil­di. Çünkü metal parçalarını çıkarırken iki dişi kırılmış ve ağzı kanıyordu. Peygamber fs.a.v.) onlara; «Benim kanı­mın dokunduğu kişiye ateş ulaşamaz» dedi[13].

Bu küçük grup nehir yatağına doğru ilerlerken, daha önceden Uhuda ağınan müslüman grup onlan karşılama­ya geldi. Ka´b îbn Malik herkesten önce yapısı ve görünü­şü Peygamber (s.a.v.)´e benzeyen, fakat yürüyüşü daha yavaş olan birini gördü. Daha sonra yaklaştıkça, Ka´b bak­tığı kişinin gözlerinde başkalarıyla karıştırılmayacak olan o parlaklığı görünce arkasmdakilere : «Ey müslümanlar, gözünüz aydm! Bu Allah´ın Rasulü» diye bağırdı. Peygam­ber (s.a.v.) ona sessiz olmasını söyledi. Bu haber ağızdan ağıza dolaştı. Adamlar aceleyle geliyor ve onun yaşadığı­nı gözleriyle görmek istiyorlardı. Sevinçleri o kadar bü­yüktü ki, sanki yenilgi bir anda zafere dönüşmüştü.

Fakat Ka´b´ın sevinçle bağıran sesini yanındaki bir Kureyş süvarisi duymuştu. O, Umeyye´nin kardeşi Ubey yani Avd adlı atının üstünde iken Peygamber (s.a.v J ´i öldüre­ceğine yemin eden adamdı. Kurbanının Ölüm haberini duy­muş ve cesedini gözleriyle görmek için araştırıyordu. Tam o sırada K´ab´m sesini duymuş ve vadi yatağına doğru iler­lemeye başlamıştı. Müslümanlar onu görünce, karşılamak için ona doğru döndüler. «Ey Muhammed,» dedi Ubey, «Eğer sen kaçarsan ben seni bulamaz mıyım?» Ashabdan bir grup Peygamber (s.a.v.)´in çevresini sardı, diğerleri de Ubey e saldırmak üzereydiler. O sırada Peygamber (s.d-.v.) onlara ellerini bırakmalarını söyledi. Daha sonra bu olay anla­tanlar, Peygamber {s.a.v.)´in kendilerini bir devenin ar­kasındaki sinekleri kovması gibi itip onlann arasından kurtulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v.), Haris îbn Simiue´nin elinden mızrağı aldı ve hepsinin önüne çıktı. Hiçbiri hareket etmeksizin onun bu cesaretine ve karar­lılığına baka kaldılar, içlerinden biri şöyle derdi: «Allah´ın Rasulü bir şeyi yaymaya niyet ederse, hiçbir güç onu, o

işi yapmaktan alıkoyamazdı»[14] Ubey, kılıcı havada Pey­gamber (s.a.v.)´e yaklaştı Fakat o vurmadan Peygamber (s.a.v.) mızrağıyla Ubey´i vurdu. Ubey bir boğa gibi bağır­dı, neredeyse atından düşüyordu. Fakat dengesini tekrar sağladı ve arkasını dönüp yokuş aşağı Mekke kampına doğru hızla kaçmaya başladı. Kampta yeğeni Safvan ve ka­bilesinden başka adamlar toplanmış duruyorlardı. Ubey se­sini kontrol edemeyerek: «Muhammed beni vurdu» dedi. Adamlar onun yaraşma baktılar ve hafif olduğunu söyle­diler. Fakat o yarasının çok ağır ve öldürücü olduğuna bir kez inanmıştı. Gerçekten de onun bu inancı sonradan doğ­ru çıktı. «Bana, seni öldüreceğim» dedi, «eğer üstüme sille atsaydı, andolsun beni öldürürdü». Bu haber karşısında müşrikler Muhammed (s.a.v.) ölmemiş diye endişelenmeye başladılar. Fakat Ubey kendinde olmadığından dolayı bu miğferli adamı, başkalarıyla karıştırabilirdi.

Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları nehir yatağına ulaş­tıklarında Ali (r.) kalkanı- .a bir kayanın kovuğundaki su­dan doldurarak Peygamî er (s.a.v.)´e getirdi. Su dur­gun olduğu için çok kokuyordu. Bu nedenle çok susa­masına rağmen Peygamber (s.a.v.) suyu içmedi, bir kıs­mıyla yüzünü yıkadı ,sonra hâlâ düzlüğe yakın oldukla­rından biraz daha yukarıya tırmanma emri verdi. Önündeki kayanın üstüne çıkıp tırmanmaya devam etmek istiyordu. Fakat o kadar güçsüzdü ki tüm çabasına rağmen çıkamadı. Bunun üzerine Talha, yaralarının ağır olmasına rağmen Peygamber (s.a.v.)´i sırtına aldı ve gerekli yük­sekliğe çıkardı. Peygamber (s.a.v.) o gün Talha´ya: «Yer­yüzünde yürüyen bir şehit görmek isteyen Ubeydullah´m oğlu Talha´ya baksın» dedi.[15]

Geçici olarak konaklayabilecekleri bir yere vardıkla­rında güneş tepeye yükselmişti. Bu nedenle Öğle namazını kıldılar. Namazda imam olan Peygamber (s.a.v.), tüm na­mazı oturarak kıldırdı. Diğerleri de ona uyarak aynı şekilde kıldılar. Daha sonra kayalığın üstüne bir gözcü di­kip dinlenmek üzere uzandılar. Çoğu derin ve taze bir uy­kuya daldı.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] I. I. 56G.

[2] W. 274.

[3] W. 275.

[4] W. 280.

[5] I S. L/1, 32-4 Bu kitapta Haşim ve Lu´ayy´ın annesini do kapsayan ondan fazla Atike ismi sayılmıştır. Atike´nin anla­mı «temiz» demek olan Tahire´nm anlamına yakındır.

[6] W. 257.

[7] I. I. 572:

[8] B, LII, 22.

[9] W. 255.

[10] Bak. Böl. 27.

[11] W. 280

[12] B. LVI. 12.

[13] W. 047.

[14] W. 251.

[15] I. H. 571.
Top