Tarih, geçmişte kalmış anlamsız hâdiseler yığını mıdır; yoksa bugünü ve yarını inşâ edip zirveleri yakalamayı sağlayan potansiyel bir güç kaynağı mıdır? Mâziye, kendimizi avutup eğlendirecek efsunkâr hikâye ve masallar mecmuası olarak mı bakmalıyız; yoksa ayaklarımızı yere sağlam basıp istikbâlin doruklarına kanat çırpmamızı temin edecek ikmâl kaynağı olarak değerlendirip, keşfedilmeyi bekleyen bereketli bir saha şeklinde mi görmeliyiz?
Kuşkusuz, tarih, geçmiş kuşaklardan mîras kalmış; mutlu ve aydınlık bir yarını kurmada işe yarayacak emsâlsiz bir tecrübeler hazînesi, moral değerler menbağı ve kudret kaynağıdır.
Mâzinin Gücü ve Tarihle Barışmak
Will Durant, tarihin bahsettiğimiz değeri ve özelliği hakkında şu isâbetli tespitleri yapmaktadır: "Tarih, her şeyden önce bir mîrasın işlenmiş şeklidir. Gelişmişlik ise bu mîrâsı muhafaza etme, geliştirme, istifâde etme ve sonra daha zengin bir şekilde gelecek nesle bırakmadır.
Eskiler küllî olanı itinayla terkip eden bir eseri takdim ve takdir bâbında, “efrâdını câmi” ağyârını mâni’” derlermiş. Sultan Fatih deyince bir “kitap gibi adam” tasavvuru canlanır zihnimde. Zürriyeti mıstarına tarihin alınyazısı dizilmiş altın tezhipli mutenâ bir kitap. Tarih, bu, Kitab’a uygun Kitap gibi hayatın, hayatı kitabına uyduranların dünyasını tam orta yerinden nişanlayıp darmadağın edişindeki muhteşem heybete ve cazibeye adsız ve adedsiz şehîdanıyla şehadet getirmiştir.
Tarih, kökü mazide bir hâlin tercümanıdır. Sırf bunun için tarihî bir hadisenin her yönü tafsîlen izaha muhtaçtır. Ve bunun içindir ki bu yazı bir fetih masalı anlatmayacak; fetih sadece bir yönü ve neticesi olan nümune-i imtisâl bir hayatlar zincirinden bahsetmeye çalışacaktır.
Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında; bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri kalmasının müessir olduğu kısmen doğru olmakla birlikte, büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır. Zirâ, Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği nispette Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şâhit olmaktayız. Bu mevzûda henüz sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Bunun en tipik misâllerinden biri de, “Osmanlı’ya matbaanın girişi” meselesidir. Batı karşısında topyekün geri kalışımızın en esaslı gerekçesi olarak hep “matbaanın Osmanlı’ya geç geldiği” tezi öne sürülmüştür.
Tarih ilmi her ne kadar mâziyle ilgilense de asıl maksadı geleceğe ışık tutmaya ve yön vermeye mâtuftur. İnsanlığın varlık ve bekâsının en muhkem istinad direklerinden birisini de daima tarih teşkil etmiştir. Tarihte büyük devletler ve medeniyetler kurmuş milletlerin en mümeyyiz vasıflarının başında hep tecrübeler hazinesi tarihten faydalanmaları gelmiştir. Zira, geçmişteki bütün toplum, devlet ve medeniyetlerin yükseliş ve çöküşlerinin sırrı tarih havzasında toplanmıştır. Burada tarihin yaşanılmış tecrübelerden ders alarak hâl ve müstakbeli doğru bir istikâmete oturtma noktasında kılavuzluk fonksiyonu ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesinin gayesi de zaten yaşadığımız ânı geçmişin ışığında anlamak ve anlamlandırmak değil midir?
İNSANLIĞIN KUTUP YILDIZI
Tarih, tıpkı bir kutup yıldızı gibi çağlar boyunca hep o muâllâ mevkiini korumuş, insanlık için en sağlam, en gür ve en isabetli kaynakların mütemadiyen önünde yer almıştır.
Tarihimizdeki ilk medenî kanun olan Mecelle, büyük hukukçu Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı bir komisyon tarafından, 1869–1876 yılları arasında hazırlanmıştır. 18. yüzyılın başlarında Avrupa’da görülen her sahada kanun koyma faaliyetlerinin tesiriyle Osmanlı Devleti de, ihtisaslaşmaya giderek çeşitli kanunlar hazırlamıştır. Aslında Osmanlı Devleti’nde kanunlaştırma faaliyetleri çok daha eski dönemlere kadar gitmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman başta olmak üzere hemen hemen her padişah, çok sayıda kanun çıkarmıştır. Hattâ ‘Kanunî’ unvanı da, Sultan Süleyman’a kanun koyarak adalete olan derin bağlılığını göstermesi dolayısıyla verilmiştir. Mecelle, ülkede uygulanmakta olan İslâm hukukuna ve Hanefî mezhebine ait hükümlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş bir medenî kanundur. Mecelle’ye kadar çıkarılan kanunlar, fıkıh kitaplarında çok fazla yer almayan örfî hukuk konularıyla ilgilidir. Mecelle ile fıkıh konuları kanun hâline getirilmiştir.
Tapu ve kadastro işlemlerinin, bir milletin devlet idaresi, gelir ve giderlerinin kontrolü, kısaca hukuk ve iktisat sistemi açısından ne kadar büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu belirtmekte fayda vardır kanaatindeyiz. Ayrıca 60 senedir, güzel yurdumun tapu-kadastro işlemlerini bitiremediğimizi ve bu yüzden çok kimselerin haklarının zayi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğiz. Her güzel şeyde olduğu gibi, bu mevzuda da, Müslümanların ve bilhassa da müslüman Türklerin rehberlik etmiş olduklarını ve dünyada ilk tapu kanunun büyük Fatih Sultan Mehmet tarafından hazırlandığını, dünya ilim âlemine iftiharla açıklıyoruz. Meseleyi biraz daha açarsak, bizi şaşırtacak hakikatlerle karşı karşıya geleceğiz. Şöyle ki;
İslam devletini bir dünya devleti haline getiren Hz. Ömer, Müslümanların fetih ettikleri memleketin gelir ve giderini, nüfusunu ve diğer coğrafi durumunu bilmenin, devletin zaruri görevi olduğunu anlamış, ilk gelir-gider defterleri ve tapu kayıtları demek olan Divan usulü nü geliştirmiştir. Hatta Osman bin Hanif’i Irak arazisinin tapu kadastrosunu yapmak için görevlendirdiğinde şu talimatı vermiştir “Şen ve mamur olan yerlerin alanlarını ölçünüz; bilfiil ziraat edilen veya edilebilecek olan araziyi tespit ediniz. Verimsiz ve çorak yerleri; çift sürülmesi kabil olmayan öyükleri, tepeleri; ormanları, bataklıklar ve sazlıkları ve benzeri araziyi vergide esas alınacak arazi arasına katmayınız.” (1)
Tarihte, tıbbi araştırmalara dinler farklı bir şekilde yaklaşmışlardır. Ortaçağda Hıristiyanlığın bu noktada menü bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. Bu husus için Robert Brifault’un “Making of Humanity” isimli eserine (s: 190–202) bakalım. “Roger Bacon, Arapça öğrenmiş ve Arap ilimlerini tahsil etmiştir. Fakat gerek Bacon, gerek daha sonra gelen adaşı, tecrübe usulünü, dünyaya sunmuş olmak şerefini kazanmağa layık değillerdir. Çünkü Roger Bacon, İslam ilim ve usulünü, Hıristiyan Avrupa’ya nakleden havarilerden biri sayılmaktan daha ileri sayılamaz. Hatta kendisi, Arapça öğrenmenin ve Arap ilmini tahsil etmenin hakiki ilme kavuşmak için biricik çare olduğunu çağdaşlarına anlatmak zahmetini dahi düşünmemiştir. Müslümanların tecrübe usulü, Bacon’un zamanında Avrupa’da iyiden iyiye yayılmış ve sağlamca yerleşmiş bulunuyordu. Roger Bacon Oxford’da bir iki ufak ilmi deney yapmağa kalkışınca bütün Oxford hocaları öğrencileriyle birlikte ayaklandı.
İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesinin şartı da, tek başına bile kalmış olsa, bu gezegen üzerinde “Allah” ile ünsiyeti olan son bir kalbin var olmasıdır. Ve sonra bu dünyanın ve evrenin varlık sebebi ortadan kalkmış olacaktır.
Tarih bilincimiz, kimliğimizi inşa eden değerlerin ne kadar farkında olduğumuzla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yeryüzünde “Allah” diyen tek bir insan var oldukça kıyametin kopmayacağına dair bilgimiz, tarihî ve güncel olaylara yaklaşımımızda bize bir rehberdir. Bu bilgiyi tarih bilincimizi yapılandırmak için kullandığımızda karşımıza çıkan sonuç, dünya tarihinin merkezinde bir başkasının değil, kesinlikle müslümanların olduğu gerçeğidir.
Yeryüzünde “Allah” diyen bir tek insanın kalmamasıyla kıyametin kopması arasındaki ilişki, bizlere öncelikle insan denen türün yeryüzündeki varlığının anlamını kavratır. Allah insanı kendisi için yaratmıştır ve diğer yarattıklarını da insan için... Böylece Allah’ın kudretinin ayetleri olarak her tarafımızı kuşatmış varlıkların biz var olduğumuz için var olduklarını, yaratıcılarından verdikleri haberi kavrama yeteneğine sahip olduğumuz için etrafımızda konumlandırıldıklarını anlarız.
Tarih yapmak kadar, tarih yazmak da önemli bir iştir. Tarihe nasıl baktığımız, geçmiş ve gelecek tasavvurumuzun önemli bir parçasıdır. İslâm dünyası uzun bir süredir Avrupa-merkezci bir bakış açısıyla tarihe bakıyor. Bu yüzden tarihimizi genç nesillere zengin bir birikim değil, ancak nostalji olarak anlatıyoruz. Dünya tarihinin başlıca aktörü olan İslâm ve Müslümanlar, adeta tarihin kıyısında yaşıyor. Kendilerini merkezde görme cesaretine sahip değiller. Yeni nesillere güçlü bir tarih bilinci aşılamak, önce tarihi doğru okuyup anlamakla mümkün.
Tarih konusunda iki temel yanlışa sıkça rastlıyoruz. Birincisi tarihe salt bir nostalji olarak bakmak. Geçmişte her şeyin iyi, güzel, doğru, mükemmel olduğu inancı, kendi tarihimizi eleştirel bir gözle ele almamıza engel oluyor. Tarihe güven adı altında aslında kendi tarihimizi işlevsiz hale getiriyoruz. Nostaljiye dönüştürülmüş bir tarihten bugüne ilişkin dersler çıkarmak mümkün değil.
5000 yıllık tıp tarihi içinde Hipokrat (460-375), Galen (129-200) ve İbn Sina (980-1037), erleri ve tıbbi anlayışlarıyla günümüz modern tıbbının oluşmasında başlıca rolü oynamışlardır.
Yüzyıllardır, tıp dünyasında bir sacayağı oluşturan bu üç hekimden İbn Sina, Batı dünyasında diğerlerine nazaran daha bilgili ve etkili olduğu düşüncesiyle, Ortaçağ’dan buyana Tıbbın Prensi” olarak vasıflandırılmış, ressamların tablolarında başında bir taç, sağında ve solunda Hipokrat ve Galen’le birlikte resmedilmiştir. Bu düşünce, asında tarihi bir gerçeği yansıtmakla beraber, İbn Sina’yı eşsiz yapan şeyin temelinde geçmiş büyük hekimlerin eserlerinin ve fikirlerinin olduğunu unutmamak gerekir.
Bilindiği gibi, M.Ö. V. yüzyılda Batı Anadolu’da yaşamış olan Hipokrat, tıbbı sihirden, mitolojiden kurtarmış, müşahede ve tecrübeye dayanan günümüz tıbbının temellerini atmıştır. O’nun ve öğrencilerinin eserleriyle Akdeniz çevresinde yerleşmiş olan tıbbi anlayışla yerişmiş olan Bergamalı Galen, bilhassa anatomi ve fizyoloji gibi temel bilimler alanındaki çalışmaları ve yazdığı beş yüze yakın eseriyle bütün Ortaçağ boyunca yetişmiş hekimlerin hocası durumunda olmuştur.
Son yorumlar
6 yıl 12 hafta önce
6 yıl 14 hafta önce
6 yıl 14 hafta önce
6 yıl 14 hafta önce
7 yıl 5 hafta önce
7 yıl 18 hafta önce
7 yıl 33 hafta önce
7 yıl 33 hafta önce
8 yıl 23 hafta önce
8 yıl 37 hafta önce